Kısa Öykü #1 - Aşılmayan Yol

Orijinal Adı: The Road Not Taken
Yazar: Harry Turtledove

Bölüm Bir

Yılmaz, hiper hızdan kurtulduğu sırada Kaptan Togram lazımlığını kullanıyordu. Her şey oldukça hızlı meydana geldiğinden Roxolanlı subayın midesi ağzına gelmişti. Kaseyi kaldırıp ani bir şekilde içine kustu.

Kasılması geçtiğinde, kaseyi indirdi ve buğulu gözlerini, yumuşak, gri-kahveremsi tüylü dirseğiyle sildi. "Tanrılar lanet etsin!" diye patladı. "Neden gemi ustaları bunu yapacakları zaman bizi uyarmıyorlar ki?" Askerlerinin bazıları onu sertçe onayladı.

Bu esnada, bir ulak kapıda belirdi. "Normal uzaya döndük," diye ciyakladı genç, sonraki bölmeye gitmeden önce. Alaylar ve aşağılamalar takip etti: "Hadi canım!" "Haber verdiğin için sağol!" "Dümendekilere söyle belki haber vermeyi unutmuşlardır!"

Togram iç geçirdi ve sinirle, ağızlığını huzursuz bir şekilde kaşıdı. Bir subay olarak, askerlerine örnek olması gerekiyordu. Bu tarz sorumlulukları almak için henüz düşük rütbeliydi ancak kendisinden birkaç çentik daha üst rütbedekilerden de pek bir şey beklenmeyeceğinin farkında olacak kadar hizmet geçmişi vardı. Yüksek rütbeler soylu ya da parası bol kişilere giderdi.

Yeniden iç geçirerek lazımlığını yerine yerleştirdi. Üzerine kapattığı metal kapak kokuyu biraz azalttı. Uzayda geçen on altı günün ardından Yılmaz, dışkı, bayat yiyecek ve daha da bayat ceset kokusu doluydu. Roxolan filosundaki herhangi bir gemiden farkı yoktu. Yıldızlar arası seyahat basitçe böyle bir şeydi. Koku ve karanlık, krallığı büyütmek isteyen askerlerin ödemesi gereken bir bedeldi o kadar.

Togram bir fener aldı ve içindeki ateş böceklerini uyandırmak için salladı. Panik içinde gümüş gümüş parladılar. Kaptan'ın bildiği kadarıyla bazı ırklar, gemilerini meşaleler ya da mumlarla aydınlatıyordu ancak her ne kadar kesik kesik ışık verseler de, ateş böcekleri daha az hava tüketiyordu.

Dikkatli bir asker olan Togram, ışık henüz sönmemişken silahlarını kontrol etti. Her zaman dört piştovunu da dolu ve kullanıma hazır tutardı; iniş hareketi başladığında bir çift kemerine, diğer çift de çizmelerine girerdi. O, daha çok kılıcı için endişeliydi. Gemideki sürekli nemli hava, çelik için iyi değildi. O da pası sökebileceği bir yer bulmuştu.

Kılıcını cilalarken, yeni sistemin nasıl olacağını merak etti. Yaşanabilir bir gezegen olması için dua etti. Gemi, Roxolan hükümdarlığındaki en yakın gezegene gidene kadar içindeki hava solunamayacak kadar kirlenebilirdi. Yıldız yolcularının aldığı risklerden birisi de buydu. Büyük bir risk değildi -- küçük sarı güneşlerin etrafında genelde bir iki tane yaşama elverişli dünya olurdu--ama yine de bir riskti.

Bunu hiç düşünmemiş olmayı diledi; tıpkı ağrıyan bir azı dişi gibi, endişe de bir geldi mi gitmiyordu. Dümencilerin ne yaptıklarını görmek için yatağından kalktı.

Her zaman olduğu gibi Ransisc ve çırağı Olgren, dürbünlerine yerleştirilen camın düşük kalitesinden şikayetçilerdi. "Mızmızlanmayı kesin," dedi Togram, kapıdan geçmeye çalışıyordu. "En azından görecek ışığınız var." Ateş böceği fenerinin ışığında geçirdiği uzun zamandan sonra, gözlem odasına girmeden önce içeriyi dolduran çiğ gün ışığına gözlerinin alışması için beklemek zorundaydı.

Olgren'in kulakları tedirginlikle geriye çekildi. Ransisc daha yaşlı ve daha sakindi. Elini, çırağının omzuna koydu. "Togram'ın her lafına diklenecek olsan başka bir şey yapmaya zamanın kalmaz--yumurtadan çıktığından beri bir baş belasıdır o. Öyle değil mi, Togram?"

"Neyse işte." Togram, beyaz ağızlı rütbeli dümenciyi severdi. Soyunun çoğunun aksine Ransisc, kendi önemli işinin, tanrının devasa planında önemli bir yeri olduğuna inanarak hareket etmezdi.

Olgren aniden dikleşti; kısa kuyruğunun ucu titredi. Heyecanla, "Bu bir dünya!" dedi.

"Bakalım," dedi Ransisc. Olgren dürbününden uzaklaştı. İki dümenci, parlak yıldızları tek tek inceler, diskli olanları arayıp gerçekten de gezegenlere sahip olduklarını kanıtlarlardı.

"Bu bir dünya," dedi Ransisc uzatarak, "ama bizlik değil -- bu sarı, kapalı gezegenlerde her zaman zehirli hava vardır ve oldukça da boldur." Olgren'in keyifsizliğini görünce ekledi, "Tamamen bir kayıp değil -- eğer o gezegenden güneşine kadar, aradaki çizgiye bakarsak diğerlerini de kısa zamanda buluruz."

"Şuna baksana," dedi Togram, daha önce gördüklerinden daha parlak, kıpkırmızı bir yıldızı işaret ediyordu.

Olgren, işini, herhangi bir amatörden daha iyi bildiğine dair kibirli bir şekilde mırıldandı ama Ransisc sertçe, "Kaptan uzayda senden daha çok gezegen gördü, pislik. Dediğini yapsan iyi edersin." dedi. Kulaklarını tatsız bir şekilde indiren Olgren itaat etti.

Ve sonra gücenmesi kayboldu. "Yeşil yüzeyli bir gezegen!" diye bağırdı.

Ransisc, dürbününü, göğün başka bir yönüne doğrultmuştu ama bunu duyunca hemen geldi. Çırağını kenara itti, dürbünün merceğiyle oynadı ve büyütülmüş görüntüye bir göz attı. Olgren, bir ayağından diğerine zıplıyordu, çamur kahverengisi tüyleri, sonucu duymak için sabırsızlıkla dimdik olmuşlardı.

"Belki," dedi üst dümenci ve Olgren'in yüzü aydınlandı ama Ransisc konuşmaya devam edince yeniden karardı, "Açık denize benzeyen bir şey görmüyorum. Eğer düzgün bir şey olsaydı bir bakalım derdim ama biraz daha devam edelim."

"Bir luofu mutlu ettin," dedi Togram. Ransisc kıkırdadı. Roxolanlar, yeni gezegenlerin atmosferini test etmek için bu küçük yaratıkları yanlarında getirirlerdi. Eğer bir luof geminin hava kilidinde nefes alabiliyorsa, hayvanın efendileri için güvenli bir hava var demekti.

Dümenciler, geçtikleri yıldızlar sadece saf ışık kaynakları olarak kaldıkça rahatsızlıkla inlediler. Ama daha sonra Ransisc dürbününe yapıştı. "İşte," dedi sakince. "İstediğimiz bu. Gel buraya, Olgren."

"Amanın, hemen," dedi çırak.

"Savaş lideri Slevon'a haber ver ve filodakiler dışında herhangi bir hiper uzay motoru frekansı tespit etmişler mi öğren." Olgren hızla giderken, Ransisc Togram'a döndü. "Kendin gör."

Kaptan, merceğe eğildi. Uzayın karanlığının aksine, dürbündeki dünya Roxolan'a benziyordu: derin okyanus mavisi, üstünde dolanan beyaz bulutlar. Yanıbaşında asılı, iricene bir ay. İkisi de yaklaşık yarım döngülerindeydiler ve yıldızlarına Yılmaz'dan daha yakındılar.

"Toprak görebiliyor musun?" diye sordu Togram.

"Görüntünün tepesinin yakınına bak, buzul örtüsünün altına," dedi Ransisc. "O kahverengi ve yeşiller, genelde suyun aldığı renklerden değil. Eğer bu sistemde bir dünya istiyorsak, şu an tam olarak ona bakıyorsun."

Olgren gelene kadar uzak gezegenin çevresini gezip özelliklerini çıkarmaya çalıştılar. Çırağın neşeli ve dik kulaklı olarak döndüğünü gören Togram, "Ee?" dedi.

"Tüm sistemde bizimkinin dışında bir hiper uzay motoru izi yok!" dedi Olgren sırıtarak. Ransisc ve Togram, Olgren'in sırtını sıvazladılar sanki o haberin taşıyıcısı değil de sebebiymiş gibi.

Kaptan'ın gülümsemesi, Olgren'inkinden daha genişti. Profesyonel bir asker olarak düşünüp taşındığı kadarıyla bu kolay olacaktı. Eğer bu civarda kimse hiper uzay motoru inşa edememişse, ya sistemde hiçbir zeka belirtisi yoktu ya da yerlileri hala çok ilkel, barut, gemi ya da yıldızlar arasında kullanılabilecek herhangi bir savaş aracından habersizdi.

Ellerini ovuşturdu. Yere inmek için sabırsızdı.


Buck Herzog sıkılmıştı. Daha kendisini bekleyen 5 buçuk yıl varken, uzayda geçen dört aydan sonra bu şaşırtıcı gelmiyordu. Dünya, Ares III'ün önünde parlak bir yıldız, Ay, daha karanlık bir yarendi; Mars'sa ötesinde ışıldıyordu.

"Egzersiz zamanı, Buck" diye seslendi Art Snyder. Beş kişilik mürettebatta muhtemelen en otoriter olanı oydu.

"Tamamdır, Pancho," dedi Herzog iç geçirerek. Bisiklete geçti ve önce hafifçe, daha sonra da sertçe pedal çevirmeye başladı. Serbest düşüşte, kemiklerindeki kalsiyumu tutmasına yardımcı oluyordu bu iş. En azından uğraşılacak bir meşgaleydi.

Melissa Ott, Dünya'dan haberleri dinliyordu. "Dün akşam Fernando Valenzula ölmüş," dedi.

"Kim?" Snyder pek beyzbol sevmezdi.

Herzog bayılırdı ve sapına kadar Kaliforniyalıydı. "İhtiyarlar maçında izlemiştim bir keresinde. Babam ve büyükbabam ondan çok bahsederlerdi," dedi. "Kaç yaşındaydı, Mel?"

"Yetmiş dokuz," diye cevapladı.

"Her zaman çok yavaştı," dedi Herzog hüzünle.

"Yüce tanrım!"

Herzog gözlerini kırptı. Amerikan uzay istasyonundan kalktıklarından beri Ares III'teki hiçkimse bu kadar heyecanlanmamıştı. Melissa radar ekranına bakıyordu. "Freddie!" diye bağırdı.

Geminin elektronik uzmanı Frederica Lindstrom, dar duş kabininden yeni çıkmıştı. Kontrol merkezine geldiğinde, ardında su damlacıkları bırakıyordu daha. Havluyla falan uğraşmadı; utanç  Ares III'te uzun zamandır görülmüş bir şey değildi.

Melissa'nın çığlığı, zamanının çoğunu biyoloji laboratuvarında geçiren Claude Jonnard'ın bile kafasını ufak deliğinden çıkarmasına yetmişti. "Sorun ne?" diye seslendi kapıdan.

"Radar çıldırdı," dedi Melissa.

"Nasıl çıldırdı?" Jonard sinirlemişti. Her şeyin nicelikle ölçülmesini, herkesin de böyle konuşması gerektiğini düşünen insanlardandı.

"Ekranda, orada olmaması gereken neredeyse yüz, belki de yüz elli nesne var," dedi Frederica Lindstrom, ki o da benzer bir hastalığa sahipti. "Mesafe yaklaşık birkaç milyon kilometre."

"Daha bir dakika önce orada değillerdi," dedi Melissa. "Ortaya çıktıklarında seslendim size."

Frederica radar ve bilgisayarla uğraşırken, Herzog kendisini biraz işe yaramaz hissederek egzersiz bisikletinde kaldı; taşlardan milyonlarca kilometre uzaktayken, bir jeolojicinin kime ne yararı olurdu ki? Adını tarih kitaplarına bile yazdıramayacaktı -- kimse, herhangi bir yere giden üçüncü keşif ekibini bilmezdi.

Frederica kontrollerini bitirdi ve "herhangi bir sorun göremiyorum," dedi. Hem kendisine hem de ekipmanına kızmış gibiydi.

"Dünya'ya haber uçurma vakti, Freddie," dedi Art Snyder. "Eğer bu canavarı yere indireceksem, radarın yanlış şeyler göstermesini istemem."

Melissa çoktan mikrofona geçmişti. "Houston, burası Ares III. Bir sorunumuz var--"

Işık hızındayken bile, beklenesi çok dakika geçmişti. Hoparlörden ses geldiğinde hepsi sıçradı. "Ares III, burası Houston merkez. Beyler, bayanlar, nasıl söyleyebilirim bilmiyorum ama biz de gördük."

Haberci konuşuyordu ama kimse artık onu dinlemiyordu. Herzog, ilkel bir refleksle tüyleri diken diken olurken kafatasının, saç köklerinden sızladığını hissetti. Şaşkınlıkla doluydu. İnsanlığın başka bir ırkla tanışacağı güne kadar yaşayacağını sanmıyordu. "Konuş onlarla, Mel," dedi aceleyle.

Mel durakladı. "Bilmiyorum, Buck. Belki bunu Houston'a bırakmalıyız."

"Salla Houston'u," dedi, kendi cesaretine şaşmıştı. "Aşağıdaki bürokratlar ne yapacaklarına karar verene kadar biz Mars'a iniş yapmış oluruz. Ön plandakiler biziz. Türümüzün tarihindeki en önemli anı bir kenara mı atmak istiyorsun?"

Melissa sırayla ekip arkadaşlarına baktı. Yüzlerinde her ne görmüşse, tatmin olmuştu ve ileticiyi antene verip konuşmaya başladı: "Burası uzay aracı Ares III, bilinmeyen gemilere sesleniyorum. Dünya halkı size hoşgeldiniz diyor." Vericiyi bir anlığına kapttı. "Kaç tane dil var elimizde?"

Mesaj, Rusça, Mandarin, Japonca, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve hatta Latince olarak da gönderildi. ("En son ne zaman ziyarete geldiler kim bilir?" dedi Frederica, Snyder ona tuhaf tuhaf bakınca.)

Eğer Dünya'dan gelen mesajın süresine uzun denirse, bu seferki kesinlikle daha da kötüsüydü. Gecikme uzadı, öyle ki on beş saniyelik ışık hızı süresine eş değerdi. "Eğer dillerimizi konuşmuyor olasalar bile, en azından bir şey demezler miydi?" diye sordu Melissa ortaya. Cevaplayan olmadı. Uzaylılar da aynı şekilde cevapsız bıraktı.

Daha sonra, yabancı gemiler birer birer Dünya'ya doğru fırladılar: "Tanrım, hıza bakın!" dedi Snyder. "Bunlar roket değil!" Bir anlığına şaşkın ve mahçup kaldı. "Yani, uzay gemilerinde roket olmaz diye biliyorum, öyle değil mi?"

Ares III, uzaydaki yerinde, Mars'a doğru çizilen Hohmann yörüngesinde ilerlemesini yalnız başına sürdürmeye devam etti. Buck Herzog ağlamak istedi.

Devam Edecek...

Mustafa Yıldız

Mesih Muad'Dib hazretlerinin baharat sofrasına ortak oldum.

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.